Joe Polad – Mevsimlik Göç

Bana biraz müsaade et.

Seni yazacağım, sevgilim. Başka bir deyişle, sabah terinin anlamına ulaşana kadar seni birbirine kenetli çemberler olarak çiziktireceğim. Perdón; aşikâr adresim gözlerin için fazla kabadır muhtemelen. Birkaç ilham perisi kalemimden tutup fısıltılarının nefesini nesre geçirmek için satırlarıma rehberlik etti. Gelgelelim, sevgilim, son zamanlarda ilham perileri varlığından ürküp titremeye başladılar.

Narin teninin hafif dokunuşu kalemimin sivri ucunu her şairin yüreğine korku salan bir hiçliğe itiyor. Her çeşit anlamsal birleşim, her bir kelime, bütün harfler, her nefes basmakalıp görünüyor.

Benimkisi yıllara meydan okuyan cinsten bir tutulma. Ve böylece, İngilizcem elverdiğince sana bir masal anlatacağım:

Kısım I: Sır

Çorak Batı’nın kolonileri bitişiğindeki küçük bir adada Zovér adında bir adam yaşarmış ve daima da yaşayacakmış. Ufka doğru uçup alevli gün batımını çıplak elle yakalamayı arzulayan bir adama göre ufak bir adaymış burası. Bu adam Yalınayak Kerakéd’miş, kolonilerden biri olan Zovér’de mahpus yatan bu adamın görevi tüy dökmeden ve hoşça kalın bile demeyen veya herhangi bir minnettarlık göstermeyen yabani kuşların yola çıkmazdan önceki ihtiyaçlarını karşılamakmış. Karakéd aldırmazmış, metresinin ona bir gün bu yolculuk tutkusunun ardında yatan sırrı açacağını bilirmiş. Ve gel zaman git zaman bu sırrı öğrenmiş. Nitekim Zovér bir nakil yeriymiş, yeni bölümler başlamazdan önce, eskilerin son bulduğu bir yer. Karekéd’in günleri gençliğin rasgele ortaya çıkardığı sivilceler gibi birden çıkıveren işlerle bölünürmüş. Bazen, engin gök kubbenin kutuplarında güneşi ve ayı görene değin çalıştığı bile olurmuş. Kerakéd’in ne kendine ayıracak ne de vurgun kalbini dinleyecek vakti olurmuş. Ancak kalbini çevreleyen dokunun sertleştiğini hiç hissetmedi dersek de düpedüz yalan söylemiş oluruz.

Bir keresinde, yaşlı kartal Nisr’in kesik kanadını dikerken kalbinin, gidiş saati yaklaştıkça nasıl on kat daha hızlı attığını fark etti. Kerakéd bu durumu hiç tuhaf karşılamadı ve onda üstüne düşecek kadar ilgi de uyandırmadı. Yine de o gün merakı uyanıp onu dürtmüştü. Kanadını sağaltmayı bıraktı ve afallayarak ona baktı, Nisr de şaşkınlıkla arkasını döndü. “N’oldu?” diye sordu merakla. Kerakéd tekrar işe koyuldu, “Yok bir şey.” Nisr onu tutup kendinden uzaklaştırdı ve gözlerini kurnazca bir ifadeyle ona dikti. “Söyle bakalım,” diye dayattı. “Bir insanın aklını kurcalayan soruları olduğunu anlayacak kadar gezdim bu dünyanın dört köşesini de.” Kerakéd’in pek bir seçeneği kalmamıştı.

“Nisr,” diye söze girdi, “Ayrılık vakti yaklaştıkça kalbiniz neden daha hızlı çarpıyor?”

Nisr’in tüylü yüzü gerilmişti. “Yani,” dedi sesi boğularak, “Herhangi bir yaratığın kalbinin hazzetmediği bir şey varsa, o da şeylerin belirsizliğidir.”

“Şeylerin belirsizliği mi?”

“Evet,” dedi Nisr. “Gelecek bütünüyle bir beklentiden ibaret olmayınca, yürek en büyük arzusunu erteler: dinlenmeyi.”

“Ya,” dedi Kerakéd.

“Umarım hiçbir zaman kendini kalbin kaosunda bulmazsın, çocuk. Büyük bir koloninin tutsağı olduğuna şükret.”

            Bu fikri halihazırda inançla benimsemiş olan Kerakéd, onaylarcasına başını salladı ve işine kaldığı yerden devam etti. Bir an sonra, Nisr başını tereddütle gökyüzüne çevirdi, “Aslına bakarsan, burada her yaratığın bilmediği bir şey var.”

            Kerakéd telaşla döndü, “Nedir?”

            “Ama önce, bana bu bilgiyi delilikle karıştırmayacağına söz vermelisin. Bunadığım doğru, evet ama deli kelimesi beni tam karşılamıyor. Aman, buna neden takılıyorsam. İşte. Amerikalar’a yaptığım seyahatlerden birinde İspanyolca konuşan ve gitarda döktüren bir çingeneyle tanıştım. Orada olsan dizlerinin bağı çözülürdü Kerakéd. Bu çingenenin tıngırdattığı ezgiler derimdeki tüyleri bir ankanınki gibi dökecekti neredeyse. Bu varlıkla konuşmak için durdum. Bir tur şarabın ve samimi kahkahaların ardından, onu özgür kılan sırrı bana söyledi: bugün bildiğimiz evren, insanın kalp tellerini oluşturan aynı maddeden oluşuyor. Yani çingene o telleri dedesinin gitarına bağlamış.”

            Nisr kaşlarını kaldırdı, Kerakéd’in suratında bir tür şaşkınlık emaresi arıyordu. Beklediği tepkiyi alamayınca açıklamaya koyuldu: “Demem o ki Kerakéd, bu tellerden bir şey yaratabilirsin. Evrenin en güçlü parçacıkları ciğerlerinin arasına yapışmış. Kullanmasını bilirsen her şeyi yaratabilirsin onunla.”

            Kerakéd dondu kaldı.

            “Nasıl…yani ben nasıl?”

            “Kendini nasıl yarıp kalbini çıkarırsın? Yani, işin o kısmı için mon vieux, büyücüler var. Bilhassa da böyle vakalar için.”

            “Peki büyücüyü nereden bulacağım ya?”

            “Ah,” dedi Nisr, gözleri denizlerde kabaran dalgalar gibi değişti. “Onları ancak gece yarısı çöktüğünde özel bir büyüyle çağırabilirsin.”

            Kerakéd şaşkına dönmüştü. “Ne söylemeliyim?”

            Nisr boğazını temizledi. “Ci gamfo rewô peh-tot ngi seryl lanifi.

            Sözcükler ağzından dökülür dökülmez ağaçların çevresindeki hışırtı dindi. Kerakéd hemen bir kâğıt kalem bulup Nisr’den sihri tekrarlamasını rica etti. Tek bir kelimesini bile anlamamıştı ancak Nisr yalnızca şunu söylemekle yetindi: “Sadece tek bir yönden mi okuyabiliyorsun, evlat?”

            Nisr’in ayrılık vakti yaklaşırken Kerakéd kafasını kurcalayan sorularla kıvranıp duruyordu. “Artık nasıl yapacağını biliyorsun, dilerim sana bir yararı dokunur. Şunu unutma, kalp sinirlerini doğru kullan, yerine başka bir şey koyamazsın. Bir daha ne zaman lazım olacağı belli olmaz.” Ve bu ikazla, Nisr geniş kanatlarını gerdi ve onları birkaç kez kırpmasıyla birlikte güneşte yitmişti bile.

            Kerakéd ağzında duyulmayan bir teşekkür geveledi.

            Heyecandan yerinde duramaz olan Kerakéd sabırsızca gece yarısını bekledi. Aşığı Jamport’a, adanın çevresinde, gümüş güneşin altında biraz yürüyüşe çıkacağını ve gecikirse endişelenmemesini söylemişti. Gece yarısından yarım saat kadar önce evden çıktı ve sahile doğru uzun adımlarla yürüdü. Oraya vardığında aniden durdu, ayakları kuma gömülmüştü, sesini dinlendirdi. Gece yarısı umduğundan daha çabuk geldi ve Kerakéd yazmış olduğu efsunlu sözcükleri okudu.

            “Ci gamfo rewô peh-tot ngi seryl lanifi.

            Hiçbir şey olmadı. Çevresinde yoğunlaşan sessizliğe baktı. Bir an sonra, bir baobab ağacı kümesinden ayrılan karanlık bir silüet gördü. Renksiz esvaplara sarınmış uzun bir figürdü bu. Kerakéd bir an için paniğe kapıldı ama büyücü onunla uzaktan konuştu.

            “Bu adam çağırdı?” sorudan çok bir beyanda bulunmuştu.

“Bu adamı güçsüz kılan nedir?”

“Evet,” dedi Kerakéd aynı şekilde.

Kerakéd bu soruya ne şekilde cevap verecek bilemedi. Basitçe şöyle dedi: “Kalp tellerimi istiyorum.”

Büyücü yüzünü buruşturdu. “Bu adam kararından emin mi?”

Kerakéd yüreğini sıkıştıran her bir anı anımsadı, “evet,” dedi. “Evet,” diye yineledi.

Büyücü onu kafasıyla onayladı ve ancak bu hareketle, Kerakéd yapmak üzere olduğu şeyin budalalık sınırlarında olduğunu idrak etti.

            Seni Kerakéd’in yaşadığı şeyin dehşetinden korumak için buradan büyücünün onun kalp sinirlerini söküp daha sonra bunları ustaca bir kavanozun içine koyduğu ve ona uzattığı kısma atlayacağım. Kerakéd ceplerini para için yokladı; Zovér’deki büyücülerin hangi para birimini kullandıklarının bilmiyordu. Yine de büyücü onu bu zahmetten kurtardı, onu durdurdu ve basitçe “hayır,” dedi. Ancak Kerakéd hayrına işi görülsün istemiyordu. “Bak,” dedi büyücü, “göğsündeki bu az önce açtığım, şu an taşıdığın bu yara fiyat biçilmez. Bedeli sana zaten ödettim. İyi şanslar.” Kerakéd ağzını ukalaca bir şeyler söylemek için açtı ama daha bir şey söyleyemeden büyücü gölgelere karıştı. 

             Karanlığın içindeki Kerakéd, kavanozu iyice yüzüne yaklaştırırken gözeneklerinden ter sızıyordu. Kalp telleri, Kerakéd’in parmağının ucunca birbirlerine dolanmış kıvrılıyorlardı. Yüreği, artık iyice boşalmış olan kalbi heyecanla dolmuştu. Sonra ayaklarının altında kıpırdadığını ve onu direkt evine götürdüklerini işitti.

Kısım ll: Göç

Kerakéd döndüğünde Jamport henüz uyumamıştı. Hatta, bir saniyecik bile dinlendirmemişti gözlerini. Aklına bir şey takılmıştı; doğası gereği kasvetli ve yekpare bir şey, vücut yapısının dayanabilmesi için gerekli bir şey. Her yılın eylül ayında, Zovér adasındaki göçmen kuşlar, daha sıcak bölgelere uçmaya hazırlanırlar. Batı kıtasının uçlarındaki bir şahin soyundan gelen Jamport, her eylül üç katı deri döküyordu. Doğası ona diğer şahinlerin yanında, ailesinin yanında, atalarına yakın olmasını buyuruyordu, ama birkaç sene evvel bir karar vermişti: Kerakéd’e duyduğu sevgisi uğruna kalmayı seçmişti. Ne bir bağlılık ne de bir gereklilik meselesiydi bu: Jamport Kerakéd’i yanında istiyordu. Bir Eylül öğleden sonrasında birbirlerine aşklarını ilan ettikten sonra, her şeye rağmen gene de hayatları alt üst olmuştu. Tıpkı gündüz gezen yarasalar gibi. Ama yıllar geçtikçe Jamport’un derisi de inceliyordu. Bu durum onu günbegün hasta ediyordu ve ait olduğu yere geri dönmezse de ölümüne sebebiyet verecekti. Bu durumun yarattığı işkence Jamport’un uyanık zihnini kemirirken Kerakéd eve döndü.

            Kapı yavaşça açıldı. Kerakéd, Jamport’u adanın doğu tarafına bakan büyük pencerenin yanında otururken buldu.

            “Selam,” dedi Kerakéd, az kalsın elindeki kavanozu unutuyordu.

            Jamport ona dönerek “hoş geldin,” dedi.

            “Neden…N’apıyorsun? Şimdiye uyumuşsundur diyordum.”

            Jamport dışarıya baktı. “Uyuyordum…”

            Kerakéd kavanozu kibarca yere bırakıp pencereye yanaştı. “Bir şey mi oldu, Jamport?”

            Jamport başını öne eğdi.

            “Jamport?”

            Ay Jamport’un elmacık kemiklerini belirginleştiriyordu.

            “Kerakéd,” diye söze girdi, “Nasıl anlatsam bilemiyorum…”

            “Direkt söyle,” dedi Kerakéd. “Her zamanki gibi.”

            “Buradan gitmem gerek, Kerakéd!”

            “Gitmek mi?”

            “Evet,” dedi Jamport, kafasıyla da onaylayarak. “Kendi kıtama dönmek zorundayım. Derim incele incele kalmadı. Bu eylül memleketime dönmeliyim ki orada biraz olsun iyileşebileyim. Seni seviyorum, seni öyle seviyorum ki yüreğim sıkışıyor. Ama zorundayım. Gitmem gerek.  Vaktim geldi.”

            Kerakéd bir anlığına afalladı. Zovér’de bir gelecek için bel bağladığı tek umudu, Jamport’la sahip oldukları şey yeterliydi; artık hayatın özünden yoksun olan kalbi, hafifçe tekledi. Ve bunu hissetti.

            “Jamport…” diyebildi, sesi umutsuzlukla çatlarken.

            “Aşkım,” dedi Jamport, yaşlar göz kenarlarında birikmişti. Kolları aşığına sarılı, hıçkırarak, ağlayarak, titreyerek “sevgilim, canım, sevgilim,” dedi tekrar tekrar.

            O an, yeniden Tanrı’ya imana geldiler; lanet okuyacakları, suçlayacakları başka kimsecikleri yoktu. Doğa insana karşıydı, insan doğaya değil. En çok can yakanı da buydu zaten.

            “Söz ver,” dedi Kerakéd “Jamport, sevgilim, doğrudan ve özünden sapmayacağına söz ver bana.”

            “Söz,” dedi Jamport, parmakları melankoliyle titriyordu. “Yemin ederim,” diye tekrarladı. “Sen de adada beni arayacaksın diye deli divane olmayacağına söz ver.”

             Kerakéd yüzünü ellerinin arasına gömdü. Kendi düşüncelerinde kaybolmuştu, her şeyin ideal ve mükemmel olduğu fantastik bir evrende.

            “Benden bunu nasıl esirgersin?” Kerakéd sertçe ellerini kurtardı. “Bütün ömrüm…” Titremesini durdurmak için alt dudağını ısırdı. Aralarındaki gittikçe büyüyen sessizlik ânı, gün doğumuna yalnızca birkaç saat kaldığını fark etmeleriyle bozuldu.

            “Yarın,” diye devam etti Jamport, “göçmen kuşlarla beraber yola çıkacağım.”

            Kerakéd hıçkırıklara boğuldu ve utanarak Jamport’a baktı.

“N’oldu?”

            “Hepsi uçtu, Jamport. Bugün kalkışta görevliydim.”

             “Ha…hadi ya, Tanrım.”

            Telaşla “dur bir,” diye ekledi Kerakéd, “Soğuk bölge yaylalarından birileri kalmış olmalı. Sanırım, yok, eminim bundan.” Umutlanmıştı.

            “Bir yolunu buluruz, Kerak.”

            “Bir yolunu buluruz,” diye tekrar etti Kerakéd. “Elbette bulacağız, tabii ya. Bulunur bir yol.”

            “Evet–”

            “Bulamazsak bile, kendimiz yaratırız bir şey.”

            “Evet.”

            Jamport gözlerinde acı bir teslimiyetle Kerakéd’in yanına vardı. Devrilen ağaçlar gibi kendilerini birbirlerinin kollarına bıraktı âşıklar ve çok geçmeden de uykuya daldılar. Yeni güne ilerleyen her bir saniyeyle ve gece semasının anbean açılmasıyla, Kerakéd’in özünden yoksun kalbi bir kelebeğin kozasına dönüştü. Eylül ayının birinci günüydü.

            Güneş nihayetinde Ay’ı utandırdı. Kerakéd sevgilisini usulca nefes alıp verirken bıraktı. Güneş ışınları Jamport’un saçlarını ve yüzülmüş derisini okşadı. Işık onu korurcasına çevreliyordu. Kerakéd dilinde bir dua tuttu.

            Jamport’un üzerine nazikçe bir battaniye örttü ve o akbabayı bulmak için evi terk etti. Kısa süre sonra akbabanın gerçekten bir gece daha kalmaya karar vermesine rağmen fikrini değiştirdiğini öğrendi. Aldığı bu haberle Kerakéd’in eli ayağı çözüldü. Jamport tehlikedeydi ve dönmesi gerekiyordu. Azrail kapıya dayanmadan dönmeliydi. Jamport penceredeki manzaranın hemen altında kedere boğulmuş kıvranıp yatarken Kerakéd adanın dört bir tarafında yardım arandı. En sonunda düş kırıklığıyla evin yolunu tuttu.

Bir anlığına, sevgilisinin çoktan göçtüğüne, erken ayrıldığını sandı. Kerakéd çarparak açtı kapıyı, gerginlikten titriyordu. Ancak battaniyesinin altında rahatsızca ona bakan Jamport’u görünce biraz yatıştı.

            “Eee?” dedi ağır ağır.

            “Eesi,” dedi Kerakéd, aynı anda hem rahat hem de kaygılıydı. Zovér’den kalkan birini bulamadım. Ama hâlâ seni buradan çıkarmanın bir yolunu arıyorum. Dedim…bir gelip sana bakayım. Nasıl oldun?”

            “Hmm.” Jamport gözlerini ovuşturdu ve doğrudan güneşe baktı. “İyiyim,” dedi.

            “Ha? Emin misin?”

             Jamport ona doğru döndü ve çabucak bacaklarını gerdi “evet.”

            “Peki ya şimdi ne yapacağız?”

            Jamport acı acı kıkırdadı “Cenazemi hazırlarız, n’apalım.”

            “Söyleme şu-”

            “Neyi söylemeyeyim? Çok yakında yerin beş metre altında olacağımı ve senin de ağlayarak toprağımı sulayacağını mı, neyi? Gene mi ağlayacaksın? Şu saatten sonra kurtulmanın yolu mu var sanıyorsun, yılların önümüzde serili olduğunu? Göklerin bize merhamet edeceğine falan mı inanıyorsun?! Buyur bakalım, öyle sanmaya devam et.”

            Kerakéd usulca oturup bacak bacak üstüne attı, omuzları iki garip dal gibi sarkmıştı, suratı bitap bir halde ve asıktı. Koygun aşk, diye düşündü Jamport. Kerakéd’in umutsuzluğa kapılmasına dayanamıyordu, arayışlarının çıkmaza girmesine. O yüzden, aldı başını gitti sessizce. Ama eşikte durup Kerakéd’e döndü: “Birkaç saate dönerim, aramaya zahmet etme.”

            Jamport lafını bitirdikten sonra dışarı çıktı. Güneşin gözeneklerini vaftiz etmesine ve sert zeminin tabanlarındaki ölü deriyi kazımasına izin verdi. Yapabileceği pek bir şey kalmamıştı, o kadarını biliyordu. Jamport sevildiğini biliyordu ve birbirlerine olan inancı zedelediği için kendini bağışlayamıyordu. Ama sevgi muhtemel bir son için salt inançtan daha fazlasını talep eder, günün zulmüyle de yüzleşmek gerekirdi. Saatlerce ayakları onu nereye götürürse oraya yürümüştü. Gözlerini öğleden sonra manzarasıyla dinlendirdi: denize dalan güneş, ruhu neşelendiren engin renklerin etki, ağaçların asla öğrenemeyecekleri tanrılarına bağışladıkları sakin fısıltılar… O ân, onun son ânı olabilirdi; gözlerini kapadı ve bir feryatla ciğerlerini boşalttı.

            Güneşin ufuk çizgisine doğru alçaldığı vakit Jamport da artık evin önüne varmıştı. Daha elini kapı tokmağına koymadan önce belirsiz bir ses duydu, hemen ardından da gürültülü bir çarpma sesi. Kerakéd ne halt ediyordu gene? Eve bir kâhin mi almıştı? Bir çeşit sihre mi başvurmuştu? Tokmağı öyle nazikçe çeviriyordu ki Kerakéd’in yanındaki her kimse irkilmesin, ama odaya attığı bakış o kadar tuhaftı ki gözleri bunu bir düşünceye çevirmekte dahi zorlandı.

            Muhteşem bir yaratılışın emeği içinde kaybolan Kerakéd, M şeklinde biçimlendirilmiş iki köşeli ahşap bir iskeletin çevresine parlak ipler gibi görünen şeyleri doluyordu. Kollarını büktü ve her şeyin merkeziymiş gibi etrafında hünerle çevirdi. Jamport onu sükûnetle izliyordu. Bu süreci bölmek, bir kulun ilahî bir varlıkla konuşmasını bölmek kadar günah sayılırdı. Kerakéd son kalp telini de kibarca bağlayana kadar öylece bekledi.

            “Oldu,” dedi, ona bakmadan.

            “Bu da nesi?” diye sordu Jamport.

            “Kanatların, sevgilim.”

            Jamport kendini ona yaklaşmaktan alıkoymadı. Parmakları bir fırçaymışçasına bu garip aygıtın üzerinde gezdirdi. Yumuşak ve kırılgandı, ortadan ikiye yarılacakmış gibiydi. Kalp ritmini şiddetle hızlandıran melodik bir ses bile çıkarıyordu, uzmanlardan alıntı yapmak gerekirse Eolyen* bir ses.

            “Vaktidir,” dedi Kerakéd.

             Âşıklar ayın oluşturduğu gölgelerin şahitliğinde meskenlerini bırakıp gecenin karanlığına karıştılar. Adanın ta en ucunda, dalgaların hünerlerinden mahrum kalan yerde durdular. Kerakéd kanatları Jamport’un sırtına yerleştirdi, bunu yaparken yüzünü dudaklarına yakın tutuyordu.

            “Dün biri bana, vedalaşmadan önce kalplerimizin hızlı atmasının sebebinin, şeylerin belirsizliğinden nefret etmemiz olduğunu söyledi,” diye fısıldadı Kerakéd.

Jamport gözyaşlarına boğuldu. “Kerak,” dedi. “Kalbin atmıyor, Kerak.”

            Kerakéd tatlılıkla gülümsedi. “Çünkü sırtında taşıyorsun, sevgilim.”

            Jamport’un yüreği ağzına geldi.

            “Ayaklarım yalnızca bu toprağını tanıyacak, aşkım. Seni yeniden bulana kadar burayı izleyecek. Senin ayaklarının altında kıtalar serili. Ama ben sadece bu adayı bileceğim. Burayı ölümlü herkesin dileyeceği bir cennete çevirdiğin için teşekkür ederim sana.”

            Keder boğazlarında düğümleniyordu, zihinlerini ve bütün bedenlerini ağırlaştırıyordu ama ağlayıp sızlanmanın bir lüzumu yoktu. Bu zaman mevhumunun algısının ötesindeydi. Âşıklar son bir kez öpüştüler, dudakları kederi alırdı. Birbirlerinin ellerini ödevmiş gibi incelediler ve ter kokuları bile hoş geliyordu, son bir kez birbirlerinin saçlarını karıştırdılar. Yine de zaman tersine akmıyordu.

            Jamport güç bele denize girebildi. Adımları suda ağırlaşsa da bir şey onu koşsun diye dürttü. O da koştu.

            Sevgisinden uzaklara koştu. Evini ardında bıraktı. Göğsündeki kurşun gibi ağırlığı duymazdan gelerek koştu. Yönünü umursamadan ve ardına bakmadan koştu. Sevgilisinin kalbi onu rüzgâra emanet etti. Rüzgâr onu yukarı taşıdı. Ay’ı ve kuyruklu yıldızları, cüceleri ve asteroitleri, galaksileri ve kara delikleri geçti. Boşluğa doğru, bir mevsimin, bir hikâyenin sonunda doğru uçtu.

Eolyen: rüzgârla çalınan bir çalgıya ait.

Joe Polad, The Death of a Season

çeviren: Ahmet Şimşek

görsel: Bernard Picart, The Fall of Icarus, 1731

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.